Dış Dünya Sarsılırken Grup Yardımıyla Anlam Bulma Çabası

Birey hep bir topluluk üyesidir ve de hep böyle olmuştur demiş Freud. (2004) Bireysel psikoloji ile sosyal psikoloji veya kitlelerin psikolojisi arasındaki karşıtlık, ilk bakışta çok önemli görünmekle beraber yakından incelenince netliğini kaybeder. Bireysel psikolojinin nesnesi tek başına olan insandır ve bu insanın dürtüsel yöneliminin tatmin olmak için kullandığı yollardır muhakkak; fakat bunu yaparken de nadiren-olağanüstü bazı durumlarda- bu bireyin diğerleriyle olan ilişkilerini soyutlamak durumundadır. Tekil öznenin psişik yaşamında öteki, düzenli olarak model, nesne, destek ve rakip olarak ortaya çıkar ve bu yüzden birey psikolojisi, aynı zamanda geniş anlamıyla fakat tüm haklılığıyla sosyal bir psikolojidir. Rene Kaes (1993); psikanalizde öznelliğin grup aidiyeti de göz önünde bulundurularak düşünülmesinin çok önemli olduğunu söyler. Bu fikrin en önemli dayanağı olarak ruhsallığın öznellikler arası alanda oluşmasını yani “ben”likin bir “biz”lik halinden doğuşunu gösterir.
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki her kuşağın bir travması var. Bizim kuşağın payına düşenden ve baş etmek için oluşturduğumuz grup çalışmasından söz edeceğim. Son 5 yıldır giderek artarak bu ülkede yaşayan herhangi iki kişi bir araya geldiğinde konuşma içeriğinin kısa zamanda ülkenin hali, korkularımız, terör, ölümlere geldiğini hepimiz deneyimlemişizdir. Giderek artan (en azından öyle hissettiğimiz) kaygı verici hal kendi çevremizde, meslektaşlar arasında “ne olacak halimiz? neler oluyor, cümleleri ile dile geliyor, çaresizlik duyguları içinde kalıyorduk. Bir yandan birbirimizin kaygısını artırırken, bir yandan da birbirimizi sürekli uyarma, kollama diyebileceğimiz bir sürecin içine girmiştik. 2014-16 arası nerdeyse iki ayda bir büyük patlamalar oluyor ve çok sayıda insan ölüyordu. Belirli yerlere gidememeye başlamıştık. Metroya binme, falanca semte gitme diye birbirimize sürekli telefon mesajları attığımızı hatırlıyorum, bir ara her gün tehlikeli semtler listesi geliyor, mesajlaşma gruplarında herkes yoklama veriyordu. “Günaydın” yazılıyordu -ben de varım, bugün de varım gibi. Arkadaşlarımız, yakınlarımız göç etme planları yapıyordu veya göçüyorlardı. Biz de mi gitmeliydik? Bu hal içinde meslektaşlar bir araya geldiğimizde bir toplansak diye konuştuğumuz uzunca bir zaman geçti.
Çevremizde olan dernek üyeleri ile kulaktan kulağa yayarak darbe girişiminden 15 gün sonra bir restoranda buluştuk. İlk toplantıyı 3. 8.2016’da yapmışız. Toplantılar hakkında detaylı bilgi aktarmayacağım. Genel akıştan söz edeceğim. Adını esprili bir şekilde “darbeder dayanışma grubu” koyduk. Bu toplantıya 15 kişi katıldı. Bion’a gönderme ile “Temel varsayımımız “neydi? Yaşadıklarımızı konuşabilmek dertleşebilmek, psikanalitik olarak düşünebilmek? Neden çevremdeki başka insanlarla değil de dernek üyelerine ihtiyaç duydum sorusunu kendime sorduğumda şimdi şu cevabı veriyorum. Birlikte psikanalitik düşünebileceğimizi bilmeye ve yapmaya ihtiyacımız vardı. Tek başımıza yapamıyorduk, korku dehşet, terör içimizi kaplamıştı. Tekrar düşünebilmeliydik ve bunun için elimizdeki araç buydu.
Kaes’e (1993) göre psikanalistler pratiklerinin yüksek derecede bireyselliği gerektirdiği yalnız ve geri çekilmiş yaşamlarına rağmen, bilinçdışıyla devamlı çalışmalarının beraberinde getirdiği simgeleme ve tartışma gereksinimiyle, topluluklaşma biçimindeki bir varoluş tarzına doğru yönlenirler. İçinde yaşadığımız büyük toplulukta olanlar ile baş etmek için yine bir topluluğa ihtiyaç duymuştuk.
İlk toplantıda kalkışma gecesi yaşadıklarımızı paylaşmışız. Sahtelik duygusu, güvenli yere gitme arzusu, donakalma, ne yapacağını bilememe, öfkelenme, demek ki böyle bir şeymiş hissi. Bir arkadaşımız trafik ve yol sorunu sebebiyle 20 km yürüyerek Bakırköy’e arkadaşının evine gitmek zorunda kalmıştı. Bir diğeri evinin sitesine sıkışıp kaldığını hissedip, oracıkta öleceğinden korkmuştu.
Kalkışma gecesi dehşeti içimizden hissettik. İnsanlar öldü. İlk toplantılarda paylaştığımız konular ve duygular “Sokağa çıkma, kaos, dış dünya ölüyor, Ülke ölüyor son 1 yıldır her ay patlama olmuş, yarın ne olacak, şeriat mı geldi? Baş mı örteceğiz” vb. cümleler ile ifade edilmiş. Sabaha kadar jet ve sala sesleriyle iyice terörize olmuştuk. Kadınlar şeriatın gelmesinden korkuyorduk. Çatının çökeceği ile ilgili rüyalar konuşmuşuz. Alevilik, Ermeniler, Kürtlük gibi toplumu da bölen meselelerin yüzeye çıktığından, seans odalarımıza da daha çok gelmeye başladığından söz etmişiz. Ortamın paranoidleştiğinden, insanların birbirinden kuşkulandığından konuşmuş, savaşa mı girdik şimdi sorusunu sormuşuz. “1.5-2 yıldır bir resim vardı ve yırtıldı, çerçeveye saygı, makama saygı yıkıldı, hukukun adaletin çöküşüne tanık oluyoruz endişeleri, politik meseleler” tartışılmış. Darbe miydi? Böyle darbe olur muydu? Darbe tabii ki vb. (daha sonra adına resmi makamlar tarafından kalkışma dendi). Bu kalkışmanın diğer darbelerden farkı. Bunu tanıma ihtiyacı, adını koyma ihtiyacı… İnanıp inanmama tartışması…Bu nokta bana çok önemli geliyor. Aynaya ihtiyaç duyuyorduk. Bu çok kötü bir şey miydi, az mı kötüydü, yoksa bize mi öyle geliyordu?
Darbe girişiminden sonra korku çok arttı. Zeminin kaydığı hissi hepimizi ele geçirmişti. Darbe girişiminin merkezi o zamanki adıyla Boğaziçi (İsmi değiştirilerek Şehitler köprüsü oldu (imgelerin değişmesi), hem somut hem de simgesel anlamda Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprü idi. Medya ertesi günü kafa kesmekten (yani idamdan) söz ediyordu. Bu temel bir tartışmaydı. Aslında psikanalitik olarak burada sorulan ülkenin kafası kesilecek miydi? Zihinlerimize saldırı çok büyüktü. Gerçekten dehşetten düşünemez olmuştuk, yani kafamız kesilmişti. Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprünün üstünde bu ülkenin kimliğinin en önemli sorularından birini merkeze alarak simgesel olarak idam tartışması başlamıştı.
Freud “zihinsel işleyişin iki temeli üstüne formülasyonu” (1911) makalesinde haz ilkesinin başatlığından gerçeklik ilkesinin başatlığına doğru ilerleyen psikolojik gelişim basamaklarını anlatır. Bion ise gerçeklik ve düşünme arasındaki ilişkiye daha farklı açıdan bakar. Freud’un iki prensibi içgüdüden gelen haz arayışının gerçeğe uyum sağlama kapasitesinin gelişimi iken Bion’un 4 temel prensibi içgüdüsel baskı ile değil de gerçek dünyada yaşanan canlı emosyonel deneyimlerle başlar ve bu deneyimi hissetme ve düşünme ile son bulur. (Ogden T , 2008)
Düşünme insanın kim olduğu, yaşamında neler olduğu gerçeğini bilme ihtiyacından doğar der Bion. Kişinin en rahatsız edici düşüncelerini düşünebilmesi için iki zihin gereklidir. Düşünebilme kapasitesi kişinin rahatsız edici emosyonel deneyimlerinin isimlendirilmesi ile olur. Bion’un 4 temel prensibi kişinin gerçeklik ile ilişkisine gönderme yapar Ogden T, 2008).
Burada Winnicott’un (1963) çöküş korkusu makalesini hatırlarsak, korktuğumuz şey mi başımıza geliyordu? Ülke olarak kurulduğumuzdan beri her kuşağın maruz kaldığı toplumsal travmalar var. Darbeler ülkesiyiz. İçimize yerleşmiş hep bir dağılma korkusu ile büyümüşüz. Arkamızda ülkece tamamlanmamış, tamamlanamamış sayılamayacak kadar çok yas işlemi var. Travma bizim içimizdeki çöküş korkusu ile çakıştığında etkili olur. Winnicot “çökme korkusu” makalesinde asıl travma, halihazırda yaşanmış olan ancak bebeğin yaşamında henüz yaşanmamış olan ölümü, başka bir deyişle yaşamın erken dönemlerinde aşırı ihmal edilmekten kaynaklanan ruhsal ölümü yeniden yaşama korkusunu içerir diye tarifler. Bu deneyime “ilkel ölüm ıstırapları” adını vermekte ve annenin dayanılamaz yokluğu ile bağlantılandırmaktadır.
Bu ortamda Psikanaliz yapılabilir miydi? Hastalardan gelen çantasız ve cep telefonsuz seanslara girme talepleri, yurtdışı psikanaliz cemiyetlerinden gelen yardım tekliflerini konuştuğumuz toplantılarımız oldu. Acaba biz mi yardım istesek diye tartışmış ve bazı psikanalistleri davet etmeyi düşünmüşüz. Biz bir kaosun içinde kalmıştık belki onlar bize ne yapacağımızı söyleyebilirlerdi.
Freud ne yapmış? Freud’un ne yaptığını bilme ihtiyacı içindeydik. Kendi psikanaliz grubumuzun Freud ile özdeşleşme ihtiyacı çok belirgindi. Önce kendimizi korumalıydık. Analistlerin önceliği hayatta kalmaları idi. Derneğimizin (Psikeİstanbul) kapatılması riskinden, göze batmamamız gerektiğinden, sıranın ne zaman bize geleceği vb. kaygılarımızı paylaşmışız. Ne olursa olsun psikanalizi, derneği ayakta tutmalıydık. IPA’dan (Uluslararası Psikanaliz Enstitüsü) yardım isteyebilirdik.
Hemen sonrasında bizim ülkemize benzer siyasi süreçlerin içinden geçen diğer ülkelerin ne yaptıklarını öğrenmeye çalıştık. Kolombiya, Latin Amerika, Almanya, Lübnan’da analistlerin çoğunun tutuklandığını öğrenince korkumuz artmış. Bazı ülkelerde psikanalizin yeraltına inmesi gerekmişti. Bizim sürecimiz nasıl olacaktı acaba?
Günlük psikanaliz pratiğimiz ile ilgili kaygılarımızı paylaşmışız. Örneğin hasta notlarını ne yapacaktık? Yok edip etmemeyi tartışmışız.
Bir arkadaşımız dışarda çatışmalar olurken hasta odaya girdikten ve kapıyı kapattıktan sonra kendini güvende hissettiğini bizlerle toplantıda paylaşmış. Nasıl gerçekliği inkâr etme eğiliminde olduğumuzu konuşmuşuz.
Ekonomik endişelerimiz önemli konularımızdan birini oluşturmuş. Ekonomik sıkıntının gerçekliği, büyüklüğü, kendi baş etme mekanizmalarımız vb. Örneğin bankadaki paralarımızı çeksek mi? Yurtdışına mı kaydırsak vb.
Toplantılardan notlar; Kimsenin kimseyi duyduğu yok. Tutuklanan, ortadan kaybolan tanıdıklarımızın durumu ne olacak, Yakınlarımızın işinden olma korkusu. Ve son noktada Yeni bir terörist örgüt tanımı-FETÖ…bir taraftan yıllardır işyerlerimizde özellikle kamusal alanda çalışanlarımız için hissettiğimiz baskıların, başımıza gelen felaketlerin sebebi ya FETÖ idi ya da gene sıklıkla sözü edilmeye başlanan dış güçler.
Enkaz altında kalmışız gibi. Hafriyat kamyonu. Kazdığı çıkardığı toprağı üstümüze atıyorlar. Ülkenin geçmişinde bastırılan her şey sıçradı, üstümüze, seans odamıza, topluma…
Deprem korkusu, yer sallanıyor algısı. Büyük İstanbul depremi oluyor. Gece deprem oluyor duygusu ile uyanma. Birçoğumuzun deneyimlediği bu algı o sıralarda kamuoyunda tanınan biri tarafından “FETÖ deprem yapacak, duyum aldım” şeklinde dile getirildi. Ülkede bölünmüş grupların aynı metaforları ve imgeleri kullanımı çok dikkat çekicidir. Her şey çöksün, bunlar bitsin, ne olacaksa olsun duygusu, felç olma hali, sürekli dizi seyretme, durumu inkâr etme, bir şey olmuyormuş gibi yaşamaya devam etme.
Ülkenin kimlik krizi (doğulu batılı mıydık biz?) tekrar ortaya çıktı, biz kimiz? Türk olma üzerine tekrar düşünmeye zorlandık. Zizek’in() ikiz kuleler yıkıldığında travmanın kulelerin yıkılmasının değil de herkesin gerçekleşmesini bilinçdışı olarak düşlemlemiş olmasıdır dediği gibi biz de sürekli yıkılacak, şeriat gelecek diye korktuğumuz fiskos halinde konuştuğumuz, belki de beklediğimiz ülkemizin yıkılışına, şeriatın gelmesine mi şahit oluyorduk? Neden bu kadar dehşetli yaşıyorduk…gerçekten mi yıkılıyordu, sarsıntı vardı yoksa biz mi böyle dehşetli yaşıyorduk? İnanç üzerine tartışmalar, İslam kültürünü ne kadar tanıdığımız sorgulamaları başladı.
Büyük grup yani Türkiye toplumu, Volkan’ın (1999) tabiriyle “büyük çadır” böyle bir psikolojik gerileme içindeydi. Bizler bunu iliklerimizde hissediyorduk. Gerçek ve gerçek olmayan karışıyordu. Gerçeklik algımızın bozulduğuna, paranoyanın arttığına, temel güven duygumuzun sarsıldığına dikkatinizi çekmek isterim.
Bronstein’a (2016) göre Totalitarizm zamanlarında gerçeklik algısının korunabilmesi ve sanrısal düşünceden ayırt edilebilme miktarı ciddi bir erdem gerektirmektedir. Gerçeklik algısı ve neyin bizden neyin dışardan geldiğinin ayırt edilme kapasitesi kendi yansıtmalarımızdan çok fazla etkilenir. Otoriter rejimlerin Klein’in paranoid-şizoid pozisyonunda olduğu gibi toplumda iyi ve kötü arasında bölünmeyi arttırmakta olduğunu bizler de artık deneyimlerimizden biliyoruz. Otoriter rejimlerde ne gerçek ne dış dünyaya yansıtmalarımızın sonucu ayırt etmek gerçekten zordur. Aynı şekilde mantıklı davranışlar ile mantıklı olmayan (suisidal) düşünme ve davranış biçimlerini ayırt edebilmek zordur. Hayatta kalmanın tek yöntemi değişen miktarlarda “inkâr” olabilmektedir. Hollander (1998) şiddetin içinden geçen toplulukların üyelerini inkâr, bölme, yansıtmalı özdeşim, idealleştirme gibi paranoid-şizoid konum savunmalarını kullanmaya ittiğini ve böylece perseküter(zulmedilme) kaygının iç veya dış kaynaklara mı ait olduğunun ayırt edebilme kapasitesinin azaldığını söyler. Özneyi gerçek tehlike altında bırakan, akıldışı ve suisidal (intihar) kararlara sevk eden olası yok oluşla karşı karşıya kalındığında yaşanılan konfüzyon, çaresizlik ve şüphe ile baş etmede gerçekliğin inkârı bir savunma işlevi görebilir. Otoriter rejimlerde toplumun önemli bir kısmı inkâr içindedir, “normal” yaşam sürdürülmeye çalışılır bu da bu kişilerde rejimin tehlikelerin farkında olan kesiminde olduğundan daha fazla izolasyon, korku ve felç olma hissini arttırır.
Duygularımızı paylaştığımız toplantılardan sonra düşünebilmeye başladık. Yaşadıklarımızı psikanalitik sözcüklerle anlamaya çalıştık. Bir süre sonra toplumların hikayelerine ihtiyaç duyduk. Nasıl oluşuyordu, nasıl parçalanıyordu? Nasıl hayatta kalınıyordu? Kendi donanımlarımız yetmeyince toplantıya dışardan profesyonel kişileri davet etmeye başladık. Sosyolog dünyanın bir evreden geçtiğini söyledi. Bütün dünyada otoriter totaliter rejimlerin, sağ muhafazakâr liderlerin yükseldiğini, toplumların belli yıllarda böyle çöküş dönemlerine girdiklerini bizimde kendi payımıza düşeni yaşadığımızı öğrendik. Dünya böyle, nereye kaçacaktık…bilgisayar çağının bir yandan globalleşmeyi sağlayarak sınırları zorladığını ama etnik çatışmaların arttığını ve bunun da bölmeyi arttırdığını düşündük. Tarihçiden TC tarihini, 100 yıldır bazı şeylerin hiç değişmediğini dönüşüm geçiriyormuş gibi görünen ama aslında aynı imgelerin, temsillerin dönüp durduğunu öğrendik. Türkiye topluluğunun kimliği hakkında düşünmeye başladık. Gazeteciden her şeyin göründüğü gibi olmadığını gösterilmek istenen bir tablo olduğunu öğrendik ve/veya kuşkulandık…Sanatçıdan bu ülkenin her dönemde bir şarkısının olduğunu ama bu dönemde olmadığını öğrendik. Çok önemli bir tespitti. Büyük çadırın nasıl psikolojik gerileme, psikotik bir durum içinde olduğunun iyi bir ifadesiydi bence. Hakikat sonrası kavramını öğrendik. Yeni teknolojiler medya ile yeni bir gerçek yaratılmaya çalışıldığı ve insanların buna inandırılmaya çalışıldığını duyduk.
Grubu dağıtmayı devam etmemeyi, anlamsız bulduğumuz, yardımcı olmadığını düşündüğümüz zamanlarda oldu. Deprem oluyor, zemin sarsılıyor ve parçalanıyor, bu grup mu ayakta kalacaktı?
Bu çalışmaların, hissettiklerimizi paylaşmanın hepsi bu çadırın güçlenmesini sağladı. İnkâr etmiyorduk, dehşete düşmüyorduk aksine grubun duvarlarını giderek sağlamlaştırıyorduk. Grupta korkularımızı, düşüncelerimizi, öfkelerimizi, saldırganlığımızı paylaşabiliyorduk. Kaygı içinde zaman zaman kalsak bile süresi kısalmıştı. Dış tehdit dış dünya sarsılırken biz kendimize güvenli hissedebileceğimiz bir alan yapmayı başarmıştık.
1.yıl grup açıktı dernek üyesi olan ve katılmak isteyen kişiler geldi., kimi 1, kimi 2-3 toplantıya katıldı. Grup içi tartışmalar, gerilimler, sessizlikler oldu. İlk toplantıları dernek dışı restoranlarda yaptık. Dostluk arkadaşlık, iç dökme, gevşeme duygusuna ihtiyacımız vardı. Sonra toplantıları derneğe taşıdık. Psikanalizden yapılma bir mekâna ihtiyaç duymuştuk.
Dernekte yapılan ilk toplantıda sessizlik fazla olmasına rağmen temkinli olma hali arttı. Dernek içi farklı gruplara ait bireyler katılmıştı. Bu da herkesin ihtiyatlı olmasına neden olmuştu. Dış tehdit büyüktü ve hepimizi aynı çadıra tıkıyordu. Sayımız giderek azalarak yıl sonuna kadar devam ettik. Hep birlikte düşünmeye, anlam bulmaya çalıştık. Arendt’in (1963) “kötülüğün sıradanlığını” kendi aramızda tartıştık. Bizim sorumluluğumuz ne? Kendi içimize baksak? Payımız ne? Faşizm döneminde insanlar ne yaptı? Nasıl yaşadılar? Nasıl baş ettiler? Kendi yıkıcılığımızı tanımlamanın önemini hep birlikte kavradık. Segal’in (1987) yazılarını konuştuk;
“Çaresizlik, dehşet ve tüm güçlülüğün garip bir karışımında yaşıyor gibiyiz çağımızda…çaresizlik ve tümgüçlülük kısır bir döngü şeklinde birbirini arttırıyor. Duyarsızlığımızın kökeninde yer alan çaresizliğin bir kısmı kaçınılmaz. Korkunç derecede tehdit edici bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Ancak bir kısmını kendimiz tetikliyoruz ve bu kendini doğrulayan kehanete dönüşüyor. Yıkıcılığın güçlerinin dehşetinin karşısında, sorumluluklarımızdan inkâr, yansıtma ve parçalama aracılığıyla geri çekiliyoruz. “(Segal, 1997, s.126)
2. Yıl bir çalışma grubu oluşturduk ve grubu kapattık. Adını “güncel” yaptık. Okumaya ve çalışmaya başladık. İhtiyacımıza göre sorduğumuz sorulara göre okumalar yapacaktık. Ama sırtımızı dayayacağımız bir kitap seçtik. “Psychoanalysis in the age of totalitarianism” (2016). Sırf adı bile okumamız için yeterli oldu bence. Hiçbir şey yapamadığımızda hep birlikte kitabı okuduk. Dünyada bize benzer diğer derneklerin süreci nasıl olmuştu? Analiz odalarımıza bu durum nasıl yansıyordu, hissettiklerimizi paylaştık ve teorik okumalar yaptık. Cümleleri, imgeleri, öyküleri, mitleri vb. gibi bize çağrıştırdıklarını tartıştık…
Bion’un (1961) deyimiyle temel varsayımlar ile işlev gören Türkiye topluluğunun üyeleri olarak bu küçük grubumuz ile “çalışma grubu” oluşturmuştuk. Bazen gene geriliyor paranoya, korku gibi temel varsayımların içine düşüyorduk ama sonra tekrar çıkıyor çalışma grubu oluyorduk. Klein’in dediği paranoid şizoid konum ile depresif konum arasında gidip geliyorduk. Tahmin edebileceğiniz gibi bunun ayarı dış dünya gerçekliklerine göre değişiyordu. Bunların hepsi olabilir artık bir alanımız var. Her ay dernekte toplanmaya devam ediyoruz. Grubun çalışma biçimini, hayatta kalmamıza nasıl yardımcı olduğunu, zihnimizi yok etmeden yaratıcılığa açabildiğimizi ve bunu grup marifetiyle yapabildiğimizi anlatabildiğimi umuyorum.
Bion’un grup teorileri ile devam edelim. Bion (1961) grupları anlatırken, gerçekliği test etmenin yerini düşlemin aldığı bir gerileme hali tarif eder. Düşlem dünyasına girildiğinde, grup “gerçeklik” hakkında varsayımlar yaratır (temel varsayım) (büyük ülke çadırı psikolojik gerileme içindeydi; ideal ülke, ideal lider yaratma çabaları vb. bölmenin artması, yaratıcı olamama… dine giderek sarılma (bireyliğin azalması ve tek tipleşme) …) bu varsayımlar doğal olarak bilinçdışı arzular ve kaygılar üzerine kuruludur. Temel varsayımlar kavramında Bion 3 varsayımdan söz eder. Birincisi bağımlılık temel varsayımıdır. Bu varsayım topluluğun mutlak bir biçimde bağımlı olduğu kişiden tüm ihtiyaç ve arzularını karşılamak üzere bir araya geldiği inancıdır. İkincisi vur-kaç temel varsayımıdır. Bu varsayıma göre topluluk bir düşmandan kaçmak veya ona saldırmak üzere bir araya gelir. Düşmanlar yaratılmasına hepimiz şahit oluyoruz. FETÖ, dış güçler vb. Bu varsayıma göre kötü nesne dışardadır. Ondan korunmak için ya ona saldırılır ya da ondan kaçılır. Üçüncüsü çiftleşme varsayımıdır. Bu varsayıma göre gelecekte gerçekleşebilecek bir olay ya da beklenen bir kişinin, topluluğun herhangi bir meselesini çözebileceği yönündeki inanç, bir tür Mesih umududur. Temel varsayımlar grubun sorunlarını çözme şeklidir. Bizim ülkemiz de bu varsayımların işleyiş biçimini göstermektedir, bizler de deneyimlemekteyiz.
Triest (2017) felaket niteliğindeki gerçeklik ve yıkıcı bilinçdışı düşlem arasındaki itici çarpışmayı tartıştığı yazısında, stres verici durum ile travmayı birbirinden ayırır. Stres verici durumların büyük acılara sebep olabileceğini ve ağır psikopatolojilere yol açabileceğini ancak “ara alan” hasar almadan kaldığı sürece, travmanın travma olarak tanımlanabilmesi için ön koşul olan kendine has niteliğinden yoksundurlar der. Travmayı Winnicot (1967), yıkıcı düşlemin gerçeğe dönüştüğü ve dünyanın bir daha asla eskisi gibi olmayacağı “dönüşü olmayan bir noktanın damga vurduğu, zamanda yarılma yaratması ve sınırları ihlal etmesi olarak tanımlar. Hissedilen duygu tıpkı bir baraj setinin yıkılışı gibi, dışsal gerçekliğin sular altında kalması, bir yandan da içsel dünyanın içeriğinin “taşması”dır diye devam eder. Türkiye toplumunun içinde yaşayan bireyler olarak travmatize mi olmuştuk? Oluyor muyduk? Yoksa stres verici bir durum altında mıydık?
Roussilon (2017) travma özne içindir der. Hatta o anı yaşayan özne içindir diye zamana da vurgu yapar. Travmayı oluşturan travmatik olan, özne için travmatik olan bir şekilde ruhsal sürecini bozacak olandır. Ruhsal süreci tasarımlamak için temelde iki işlem yapılır. Birinci işlem, dürtünün hareketinin birincil ham malzemesinin, bir “senaryolaştırma”, ”sahneleştirme” çalışması ile görsel bir tasarıma dönüştürülmesidir. Biz buna “şey tasarımı” diyoruz. Sonra bu “şey tasarımlarını dil aygıtına, öyküleyen aygıta, bir adrese; duymak ve duyduklarını toplamak için orada olan bir öteki özneye aktaracak ikinci bir çalışma gerçekleşecektir. Travmalarda problem “şey tasarımından” “sahneleme” tasarımına geçemez. Simgeleştirme aksamıştır. Bu sürecin tamamlanması için özne ötekine ihtiyaç duyar. Roussilon grup çalışmalarının travmatize olmuş insanlarda çok işe yarayacağını da iddia eder.
Grup çalışması, toplumsal travmadan kişisel etkilenme biçimlerimiz, kişisel çökme korkularımız için kapsama işlevi görmüştür. Dış dünyanın sarsılıyor olduğu gerçeği, çökmesi algısı ile kendi kişisel çökme korkularımızın karşılaştığı alanda grup çalışması “geçiş alanı” (Winnicott, 1953) oluşturarak ve/veya kendi kişisel ara alanlarımızın güçlenmesine yardım ederek yaratıcılığımızı, zihnimizi korumamıza yardımcı olmuştur. Dış gerçeklikte yaşananlar ile iç gerçekliklerimizin karşılaştığı anda geçiş alanı oluşturarak travma ile karşılaşmamızı sağlamıştır. Bu geçiş alanında paranoid-şizoid konumdaki gerilemeli halimizden depresif konuma yaratıcılığımızla, simgeleştirme yapabilerek (söze dökerek) geçmeyi başarabilmiştik.
Son noktada deprem oluyor hissimiz geçmiştir. Artık deprem içimizde mi yoksa dışarda mı oluyor ayırt edebiliyoruz. Somut anlamda değil ama somut ve soyut arası bir yerde. Yani geçiş alanında.

Ayla Yazıcı, 8.12.2018

Kaynakça

Arendt H., (1963), Kötülüğün Sıradanlığı, Metis Kitap, Çev. Özge Çelik,4. Basım2014

Bion, W.R., (1961), Toplulukların Dinamiği, bensizbiz, topluluk zihniyetinin psikanalizi, yayına hazırlayan; Bella Habip, psikanaliz gündemi, makale seçkisi 1.s 89-139, İthaki Yayınları-120,1. Baskı 2002.(Recherches Sur les Petits Groupes, La Dynamique des Groupes’ 95-132, P.U.F, Paris, 1965. Experiences in Groups and other popers, London, Tavistock Publications Ltd., 1961)

Bronstein C. (2016), Psychoanalysis in the age of totalitarianism. Foreword, ed.by ffytche Matt, Pick Daniel. S.xvi, Routledge

Freud S. (2004), Uygarlık, Toplum ve Din.Grup Ruhbilimi ve Ego Çözümlemesi, s.87, Freud Kitaplığı, Çev. Emre Kapkın,1. Basım, Payel yayınları:157, Payel Freud kitaplığı:13

Freud S. (1911). Formulations on the two principles of mental functioning, Standart Edition, XII, 213-226

Hollander, N.C (1998) Exile: Paradoxes of Loss and Creativity, British Journal of Psychotherapy 15:201-15.

Kaes R., (1993). Freud’un Mirası (le Groupe et le sujet du groupe, L’heritage Freudien, s.19-57, DUNOD, Paris,) bensizbiz, topluluk zihniyetinin psikanalizi, yayına hazırlayan; Bella Habip, psikanaliz gündemi, makale seçkisi 1.s 89-139, İthaki Yayınları-120,1. Baskı 2002.

Ogden T (2008). Bion’s Four Principles of Mental Functioning. Fort Da 14(2): 11-35.

Segal H, (1997) Psychoanalysis, , Literature and War,Papers 1972-1995. Ed. John Steiner, The New Library of Psychoanalysis, Gen Ed.: Elizabeth Bott Spillus. Routledge

Winnicott, D.W. (1963), Fear of Breakdown, Psycho-Analytic Explorations, ed. Clare Winnicott, Ray Sheperd and Madeleine Davis, Harvard University Press, Cambridge, MA,1974, s.90-91

Winnicott, D.W. (1953), Transitional Objects and Transitional Phenomena- A study of the First Not-Me Possession, The İnternational Journal of Psycho-Analysis, 34: 89-97

Winnicott, D.W. (1967), The Location of Cultural Experience, Int Journal of Psycho-Analysis. 48: 368-372.
Triest J, 2017, Travmanın bireysel ve kollektif boyutları: bilinçdışı kâbus gerçeğe dönüştüğünde 51-68, psikanaliz yazıları, bireysel ve toplumsal travmalar 1, ilkbahar 2017.Baharlık kitap dizisi 34.Bağlam yayınları 436.

Roussilon R, (2017). Travma ve simgeleştirme s.39-51, psikanaliz yazıları, bireysel ve toplumsal travmalar 1, ilkbahar Baharlık kitap dizisi 34.Bağlam yayınları 436.

Zizek S., (2002), Welcome to Desert of the Real, Verso, London, New York s.16-17

Volkan V., (1999), Psychoanalysis and Diplomacy: Part I. Individual and Large Group Identity, Journal of Applied Psychoanalytic Studies, 1(1):29-55

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir