Bir analist öldüğünde…

Neredeyse bir buçuk yıldır pandemi gerçeğiyle yaşıyoruz. Yaşamlarımız hiç tahmin edemeyeceğimiz ölçüde değişti. Bu süre boyunca hepimiz hastalanmaktan, ölmekten ya da sevdiklerimizin ölmesinden korktuk. Ne yazık ki bazılarımız hastalandı, bazılarımız sevdiklerini kaybetti. Korona virüs salgını bizi kendi kırılganlığımız ve yaşamın bir sonu olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı. Pandemi süresince her gün hasta ve ölüm sayılarını takip ederken hepimizin aklından bir anlığına bile olsa şu sorular geçmedi mi?  “Ya ben de hastalanırsam ya birdenbire hastaneye kaldırılırsam, hastalarıma kim haber verecek?  Ya da en kötüsü: Ölürsem ne olacak?” Bu sorular aklımıza düştü bir kere.

Bir hastayla çalışmaya başladığımızda onlardan acı verici duygulanımlarıyla temas etmelerini, en derin arzularını ve kaygılarını aktarımda tekrar yaşamalarını bekliyoruz, bunu yaparken ihtiyaç duydukları sürece onlar için yaşamayı ve odada olmayı vaat ediyoruz. Peki ya bu vaadi yerine getiremezsek? Bu sunumda Korona virüs salgınının elle tutulur hale getirdiği; aslında hep var olan tatsız bir gerçeklikten söz etmek istiyorum. Analiz odasında düşlemsel olarak çok fazla yer kaplayan ölüm gerçek olduğunda, bir analist öldüğünde ne olur?

Ölüm, bilinçli ve bilinçdışı pek çok anlamıyla analizde önemli bir yer tutar. Ancak analistin yaşamı tehdit eden ölümcül hastalığı ya da analistin ölümü gerçeklik düzeyinde analitik literatürde çok az tartışılmıştır. Analistin ölümüne ilişkin kaygılardan ya da arzulardan söz etmek neredeyse sıradandır oysa gerçek ölümün çalışılması düşlemden daha zordur.

Freud’a göre ölümün bilinçdışında bir temsili yoktur ve bilinçdışında her birimiz kendi ölümsüzlüğümüze ikna olmuşuzdur (1915, s. 291). Ölüm yaşanmadığı için kavramsallaştırılamayan soyut bir kavram olarak düşünülebilir. Eğer ölümün zihinsel temsili yoksa birincil bir ölüm korkusundan söz edemeyiz.  Freud ölüm kaygısının “… genellikle bir suçluluk duygusunun sonucu (1915, 297), iğdiş edilme korkusunun bir türevi (1926, s. 129-30), üstbenlik korkusu (s. 140) ya da üstbenlik tarafından terk edilmiş olma hissi” (1923, s.58) olarak ortaya çıktığını ileri sürer.  Freud şöyle der: “…bilinçdışı, yaşamın yok edilmesi kavramımıza karşılık gelecek herhangi hiçbir şey içermiyor gibi görünüyor…. ölümü andıran hiçbir şey deneyimlenemez; ya da varsa, bayılmada olduğu gibi, arkasında hiçbir gözlemlenebilir iz bırakmamıştır. Bu nedenle, ölüm korkusunun iğdiş edilme korkusuna benzetilmesi gerektiği görüşüne bağlı kalmaya meyilliyim” (1926, s. 129–30). Freud’a göre ölümün varlığını kolayca kabul eder ama aslında ölüme inanmayız.

Freud kırklı yaşlarının başından itibaren sık sık yaşlanmaktan nefret ettiğinden ve hayatının her günü ölümü düşündüğünden söz etmiştir (Jones, 1957. 301–2). Freud’un kendi yaşamında ölümün, kuramında olduğundan çok daha merkezi bir yer kapladığını söyleyebiliriz. Mektuplarında ölüm teması sık sık kendini gösterir. Fliess’le yazışmalarının ilk yılından itibaren Freud’un sağlık sorunları vardır. Kalple ilgili sorunlar, migren, burun akıntısı ve ölüm korkusu ataklarından söz eder. Fliess’in biyolojik döngü kuramına uygun olarak 40,41,42 yaşlarında, sonrasında 51,61,62 yaşlarında ve son olarak 81 yaşında ölmeyi beklediğini biliyoruz. Sonuçta 83 yaşında ölmüştür (Schur, 1972, s. 104, 159). Freud yaşamının son yirmi yılında kanserle mücadele etmiş ama çalışmayı hiç bırakmamıştı (Loewenberg,1992). Bazı yazarlar Freud’un özel yaşamında ölümün kapladığı yer ile kuramında ölüme verdiği yer arasındaki farkın hayret verici olduğunu düşünür ve bunu Freud’un ölüme karşı ikircikli duygularına bağlar (kitap s:44, Nachman).

Klein’ın kuramında ölüm, ölüm dürtüsü anlamında merkezi bir yere sahiptir.  Ancak ölüm ile ölüm dürtüsü kavramı aynı şey değildir. Ölüm dürtüsü bilinçdışı bir kavramdır. Klein, Freud’un ölüm dürtüsü kavramını benimsemiş az sayıda analistten biridir, bu kavramı ilerletmiş ve klinik uygulama alanı açmıştır. Ölüm kaygısını birincil, hatta en derin kaygı olarak görür. Klein’ın ölümü kavramsallaştırması gerçeklikten çok bilinçdışı düşlemlere dayanmaktadır. Ölüm tamamen içsel bir meseledir. Bebeğin yıkıcı dürtüleri karşısındaki savunmasızlık ve çaresizlik duygusu, büyük bir tehlike olarak yaşanır ve Klein’a göre kaygının en derin kökenini, her türlü gelecek kaygısının temelini oluşturur (1957, s. 73, 1932, s. 183). Klein için ölüm kaygısı iğdiş edilme kaygısının bir görünümü değildir; birincil ve kaçınılmaz bir kaygıdır. Başlangıçta ölüm korkusu, bebeğin bilinçdışı düşlemleri tarafından şekillendirilmiş nesneden zarar görmekten duyulan bir korkudur. Bir başka deyişle ölüm tehdidi zulmedici memeden gelir.

Winnicott ölümü somut bir gerçeklikten çok ruhsal bir ölüm olarak görür. Yaşamın erken dönemlerinde bebeğin yaşadığı ölüm deneyimi erişkin ruhsal yaşamda bütünleştirme dürtüsüyle tekrar tekrar geri gelir. Bebeğin ölüm deneyimi simgeleştirilememiş ruhsal bir ölümdür. Çöküş korkusu bağlamında düşünecek olursak korkulan şey söz öncesi dönemde yaşanmış ama anlamlandırılamamış olandır. (Winnicott,1974).

Analistler, kendilerine yöneltilen düşlemsel ölüm arzularını duymaya ve yorumlamaya alışkındır. Analizde ölüm teması gizil olarak ya da söze dökülmüş biçimlerde kendini gösterir. Bazen sessizlik olarak, bazen divanda hareketsiz kalmanın getirdiği çağrışımlarla… Analitik zamanı sessizlikle öldürmek, yorumları ilgisizlikle öldürmek, karşıaktarımda analistin can sıkıntısı ya da düşmanca bir sessizlik içine girmesi, “küçük ölüm” olarak adlandırılan uyuyakalma ölümün analiz odasındaki görünümlerindendir. Aynı zamanda ölüm, hastanın içsel nesnelerine yönelik kaybetme korkuları, zulmedilme kaygıları ya da yıkıcı bilinçdışı düşlemler şeklinde ortaya çıkabilir.

Suçluluk, yas tutma ve kayba dayanma yetisi, ruhsal bütünleşme ve olgunlaşma için olduğu kadar, kişinin kendini zaman içinde konumlandırabilmesi için de gereklidir. Kişi herkesin ve kendisinin de geçiciliğini kavrayabildiği ölçüde zamanın içine yerleşebilir.

Kişinin kendi ölümünü tasarımlama güçlüğü ve kaybı inkar etmesi analistinin gerçekten ölebileceğini kabul etmesini de zorlaştırır. Hasta analistine tümgüçlü, ölümsüz bir nesne imgesi yansıtabilir; daha trajik olanı analist de böyle bir tümgüçlülük içinde olabilir.  Yaşlanmamış, güçten düşmemiş, unutmaya başlamamış ya da hiç ölmeyecekmiş gibi hissedebilir.

Analistin kaybına karşı ilk tepkiler, görünüşte herhangi bir kayıpta yaşananlardan farksızdır. Analizan bu kaybı inkar eder, analistine kendisini yalnız bırakıp gittiği için yoğun bir öfke duyar. Bunu yavaş yavaş derin bir üzüntü ve özlem duyguları izler. Bu yasın nasıl tutulacağını analizanın ruhsallığı ve aktarımın doğası belirler. Bazı hastalar kayıp analistin yasını tutabilirken, bazıları için bu yas çalışması çok zor olur.Kimi hastalar analistlerini kaybettikten sonra analitik çalışmaya kendi içlerinde ya da başka bir analistle devam edemez. Bu durum özellikle analiste yoğun kendilik nesnesi aktarımı geliştirmiş olan hastalarda görülebilir. Hasta kendiliğinin iyi kısımlarını da analistle birlikte kaybetmiş gibi hissedebilir.

Ogden (1999) analistin zamansız ölümünün; analizan için sadece büyük bir kişisel kayıp değil; en az bunun kadar önemli, bir tür akıl tutulmasına sebep olan bir deneyim olduğunu söyler. Ogden’e göre analist ve analizanın ruhsallıkları tarafında oluşturulmuş ortak bir zihinsel alan vardır. Bu ortak alan hem analizanı hem de analisti dönüştürür. Ancak analitik sürecin sonunda analist ve analizan yansıtmış oldukları kendiliklerini dönüşmüş olarak kendi ruhsallıklarına geri alırlar. Analistin beklenmedik ölümü işte bu süreci kesintiye uğratır. Ogden analistin ölümünün “analizanın “yaşadığı yerin” vahşi bir şekilde tahrip olmasını temsil ettiğini” söyler. “Analistin, analizin bütünlüğü için hayatta kalacağına dair verdiği (imkânsız) söz; çok zor bir sözdür ve bence, mesleğin yeteri kadar bilinmeyen çok önemli zorluklarından birini oluşturur” der.

Bu hastalar için kayıp yeri doldurulamaz bir nitelik kazanabilir. Hasta artık başka hiçbir analist onu anlamayacak gibi hissedebilir. Levy (2004) bu durumun özellikle analizde geçmişte ya da analistin hastalığı döneminde sınır ihlalleri yaşanmışsa daha da belirgin bir hal aldığını söyler. Çünkü bu yaşanan deneyimin o analizi benzersiz ve biricik yaptığını ileri sürer.  Levy’e göre hasta sınır ihlallerinin farkına varıp analizinin zarar görmüş olduğunu düşünse bile analistiyle özel bir ilişkiye sahip olmaya duyduğu özlem baskın gelebilir. Hasta ne kaybettiği analistinden ne de onun için özel olma duygusundan vazgeçmek istemeyebilir.

Analizde aktarımın kendilikten çok nesne aktarımı Niteliğinde olduğu durumlarda hastanın analitik çalışmaya devam etmesi daha kolaydır. Hasta analiz sürecini gözden geçirebilir, iyi ve kötü taraflarıyla bir bütün olarak görebilir. Eğer hasta bu yas ve bütünleştirme işlemini yapabilirse o zamana dek olan analiz çalışmasını içinde koruyabilir, ölen analistinin bazı yönleriyle özdeşim yaparak yas çalışmasını tamamlayabilir.

Analiz tamamlandıktan sonra analistin ölmesi  başka bir durumdur. Söz konusu olan analiz sürecinde yaşanan bir kayıp değildir ama analistin her zaman orada olduğu, gerekirse ulaşılabilir olduğu şeklindeki düşlem analistin ölmesiyle sarsılır.

Yıllarca anne-babasını, sevdiklerini, analistini kaybetmek ya da onlara zarar vermekle ilgili kaygılarını, düşlemlerini çalışmış bir hastanın bir gün analistini gerçekten kaybetmesi travma yaratıcı bir etkiye sahiptir. Ruhsallık için en korkutucu olan şeylerden biri bilinçdışı düşlemin gerçekleşmesidir. Düşlem analizde çalışıldığı, söze döküldüğü sürece o kadar dehşet verici olmayabilir ancak gerçek olduğunda travma yaratıcı bir etkiye sahiptir (Josef Triest). Her ölüm erkendir ama analistin ölümü bu anlamda daha da erkendir.

Psikanalitik yazında analistin ölümünün yasını tutan analizanın deneyimine çok az ilgi gösterildiğini söyleyebiliriz. Bu büyük olasılıkla kendi ölümümüzü düşünmenin güçlüğünden kaynaklanır.Bir analist öldüğünde, analitik çalışma durur ancak analizanın analistine ruhsal bağlılığı devam eder. Analizan sınırları koruma kaygısıyla nasıl davranacağını da bilemez, belki cenazeye katılabilir ama orada olmaması gerektiği duygusundan kurtulamaz.

Renderly (1999) “Bir Analistin Ölümü” isimli makalesinde kişisel deneyiminden söz eder. Renderly kırklı yaşların başında, analizinin altıncı yılındayken bir akşam analisti kendisine telefon edip pankreas kanseri tanısı aldığını, ameliyatın başarı şansının yüzde 5 olduğunu söyler. Renderly’nin cevabı “Merak etmeyin birlikte savaşacağız” olur. Analisti ona nasıl ulaşacağına dair bilgi verir ve iletişimde kalmalarını söyleyerek telefonu kapatır. Sonraki süreci Renderly kendi sözleriyle şöyle anlatır: “Salı gecesi pankreas ameliyatının imkansız olduğunu öğrendim. Kendimi bunalmış, kaybolmuş, korkmuş ve yalnız hissettim. Çaresizdim. Onu bir daha görebilecek miydim? Onunla tekrar konuşabilecek miydim? Ne kadar yaşardı? Sessiz bir pazarlık yaptım. Hayatta kaldığı sürece bir daha divanına uzanmasam sorun değildi. Zihnimde analistimin hayatı için analizimi feda ettim. Onun için isteyerek takas edeceğim insanları düşündüm, o yaşadığı sürece diğerleri ölebilirlerdi.

Analistim duvarın bir tarafındaydı ve ben diğer taraftaydım. Çaresizlik hissim arttı ve yerim olmadığını hissetmeye başladım. Onu görmeyi, onunla konuşmayı, onu dinlemeyi özlüyordum. Aynı zamanda istediğim şeyin uygunsuz ve bencilce olmasından korkuyordum.

Seanslarımız sona ermişti ve bir boşluğa düşmüştüm. Ben “sadece bir hasta” değil miydim? Analistim benim hakkımda ne düşünüyordu? Hayatım tehlikede olsaydı, hastalarımla uğraşmak ister miydim? Vaktimi sadece sevdiklerimle geçirmek istemez miyim?”.

Kayıp analitik ilişkinin doğasında vardır. Her analitik yolculuk, bir gün sona ereceği bilgisiyle başlar. Seans iptalleri, hafta sonları ve tatiller, hayal kırıklıklarının canlandırdığı terkedilme deneyimleri, analizin bırakılması ve elbette günün birinde analizin sonlanması…Bu kaçınılmaz kayıplar kademeli olarak meydana gelir ve katlanılabilir kayıplardır. Kayıplar devam eden bir ilişki bağlamında ortaya çıktıkça çalışılabilir. Ayrıca analiz boyunca bir içselleştirme süreci meydana gelir. Her şey yolunda giderse, analizan, analistle güvenli bir bağlılığı korurken, giderek daha fazla kendi kendini analiz etmeye başlar. Dışarıda kaybedilen şey, iç dünyada tutulur. Analizanın içsel olarak analistini kaybetmeyeceğini bilmesi analizi sonlandırmasını mümkün kılar.

Analist, analizanın bağımlılığı derinleştikten ve gerileme meydana geldikten sonra, ancak derinlemesine çalışma süreci tamamlanmadan ölürse ne olur? Analistin tedavinin bu evresindeki ölümü, anne ile bebek arasındaki bağın çocuğun ruhsal gelişimi için gerekli olduğu erken nesne ilişkilerindeki yoksunluğa karşılık gelir. Bu yoğun bağımlılık döneminde, bir çocuğun anneye olan yaşamsal bağlılığı çok erken bir kayıpla karşılaşırsa, çocuk varoluşsal bir dehşete sürüklenecektir. Anne ulaşılamaz, duygulanımsal olarak tepkisiz olduğunda ya da bebeğin duygusal ihtiyaçlarıyla uyumlanmakta derin bir yetersizlik gösterdiğinde bebeğin yaşadığı yok olma kaygısıdır. Bebek ağlar ve duyulmaz. Zihnindeki anne imgesini sürdüremeyen bebek kaygıdan bunalır ve kendilik imgesini de sürdüremez. Kopma ne kadar erken ve şiddetli olursa, canlılık, bireysellik ve bütünlük hissine verilen zarar o kadar derin olur. Winnicott’un sözleriyle “Yok olma tehdidi …tanımında ölüm kelimesini içeren herhangi bir kaygıdan çok daha önce gelen ilkel bir kaygıdır” (Winnicott, 1956, s. 303).

Bu anlamda analistin analiz sonlanmadan önce ölmesi ciddi bir kırılmadır. Bu kayıp, analizanın ruhsal yapılanmasına bağlı olarak ciddi bir gerileme, kırılganlık, çaresizlik, terör ya da yok olma kaygısına neden olabilir. Analistini kaybetmiş analizan Winnicott’un ağlayan ama sesi duyulmayan bebeği gibidir. Konuşur ama sözlerini duyacak analisti artık yoktur. Ağlar ancak sakinleşemez. Öfkelenir ama öfkesini yönelteceği kimse yoktur. Nesnesini arar ama bulamaz. Analitik ilişkinin güvenli alanında gelişmekte olan kendilik duygusu analistin bıraktığı boşlukla sarsılır. Tüm bu nedenlerle bir analistin ölümü sıradan bir kayıp değildir.

Rosenbaum (1984) analistin ani ölümüyle analizin gerçeklikte sonlandığını ancak ruhsallıkta sonlanmadığını söyler. Analist gerçeklikte ölmüştür, analizanın onu düşlemsel olarak da öldürmesi gerekir. Rosenbaum bu anlamda bir analistin ölümünün ardında boş bir mezar bıraktığını söyler, ona göre bu mezar herhangi biriyle ve özellikle başka bir analizle doldurulamaz. Analizan analistinin ölümünü simgesel bir son haline getirerek bu süreci kendi bütünleşme ve ruhsal olgunlaşmasının bir parçası yapabilir.

Analist ciddi ve ölümcül bir hastalık tanısı aldığında analiz nasıl devam eder? Analistlerin kendi ölümcül hastalıklarıyla yüzleştikleri zaman inkar mekanizmasına başvurması sık rastlanan bir durumdur. Analist kendi hastalığını inkar ettiği gibi farkında olmadan örtük bir şekilde hastalarını da bu inkara katılmaya teşvik edebilir. Hastanın kendi sağlığıyla ilgili kaygılarını sadece onun ruhsallığıyla ilgili olarak yorumlamak, hastalık açıkça belli olmasına rağmen hastayla hiçbir şey yokmuşçasına analitik çalışmayı sürdürmek ancak inkar mekanizmasıyla mümkündür. Bu acı verici gerçekliği kabul etmekte zorlanan hasta da analistle bilinçdışı bir iş birliğine girebilir ve analiz hiçbir şey yokmuş gibi sürebilir.  Freedman (1992), analistleri aniden ölen, kendisinden analistin ölümcül hastalığı saklanmış olan hastaların, genellikle terk edilme ve ihanet duygusunun üstesinden gelmekte güçlük çektiklerini belirtir. Analitik çalışma ancak analist böyle bir inkâr olmaksızın çalışmayı tolere edebiliyorsa mümkün olabilir. Çok az sayıda analist, kendi yaşamı tehdit eden hastalıklarının analitik çalışmayı kolaylaştırdığını ileri sürmüştür (Fajardo 2001; Feinsilver 1998; Hoffman 2000). Ancak kendi ölümü ve çaresizliğiyle yüzleşmiş analistten bu düzeyde bir çalışmayı yapabilecek güçte olmasını beklemek pek gerçekçi olmayabilir.

Yaşamı tehdit eden bir hastalıkla uğraşırken çalışmayı sürdürmek oldukça zor ve karmaşık bir durum olduğu için analistin düzenli olarak süpervizyon yoluyla destek alması önemlidir. Kurumsal olarak hasta analiste bir danışman atanması ve düzenli görüşmeler yapılması önerilmiştir. Arkadaşları analiste destek olabilir, anlayışlı, güven verici davranabilir ancak analistin sınırlılıklarıyla yüzleşmesi konusunda yardımcı olamayabilir.

Psikanaliz topluluğunun yaşlanmış ve analitik işlevini kaybetmiş olan analistlere yardım arayışına girdiğini ama ölmekte olan analistlerle ne yapacağını pek bilemediğini söylemek mümkündür. Kendi ölümlülüğümüzle yüzleşmenin güçlüğü bu tutumda belirleyici olmuş gibidir. Freud’un ölümcül hastalık karşısındaki tutumunun da psikanalitik topluluğu bilinçdışı bir şekilde etkilemiş olduğunu düşünebiliriz. Freud kendisine çok acı veren kanserine rağmen uzun yıllar analiz uygulamasını sürdürmüştür. Bu durum belki de analistlerin Freud’un pek çok diğer yönünün yanı sıra hastalığına karşı olan tutumuyla da özdeşim yapmasına yol açmış olabilir. Analistin kendi hastalığını ve bunun getirdiği kısıtlamaları kabul etmesi kolay olmaz. Çoğu zaman meslektaşları kırıcı olmaktan çekindikleri için analistin işlevlerini sorgulamakta zorlanır. Dolayısıyla ne zaman çalışmayı bırakması gerektiğine karar veren analistin kendisi olmaktadır.

Kendi ciddi hastalıkları ve ölümleri için planlar yapmak tüm analistlerin mesleki sorumluluğunun bir parçasıdır. Bir analistin ölümünün en dokunaklı ve zarar verici sonuçlarının bu tür planların yapılmamış olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.  Hasta olası bir kayba hazırlıksız yakalanabilir. “Ben sizi arayacağım, tekrar görüşeceğiz” ya da “Şu tarihte çalışmaya başlayacağız” gibi umut dolu sözler analistin aniden ölümüyle büyük bir hayal kırıklığına ve aldatılmışlık hissine dönüşebilir. Analist gerekli düzenlemeleri yapmak için her zaman vakti olacağını düşünebilir ancak bu belki de kendi ölümünü inkar etmenin bir başka yoludur. Analistler de ölüme yaklaşan çoğu insan gibi o anın geleceğini kabul etmekte zorlanabilirler.

Analistin ölümünü sekreterin ya da bir aile üyesinin haber vermesi sık rastladığımız bir durumdur ancak pek uygun değildir. Aile üyeleri kaybın acısıyla çok kırılgan bir durumda olabilirler, hastaları bilgilendirmek onlar için taşınması zor bir yük olabilir. Her şeyden önce bu kişiler profesyonel değildir ve ortaya çıkabilecek durumları idare etme konusunda deneyimsizdir. Tüm analistler, çalışamaz duruma gelme ve ölümleri durumunda ne yapılacağını önceden düşünmeli ve izlenecek yolu belirlemiş olmalıdır. Eşler, bir çalışma arkadaşı ya da sekreter bu adımları bilmelidir. Güvenilir bir meslektaş acil bir durumda hastalarını haberdar etmesi, gerekirse destek sağlaması ve tedaviye yönlendirmesi için seçilebilir.

Levy (2004) kendi vaka grubunda şaşırtıcı bir şekilde, ölen analistlerin ailelerinin sıklıkla hastalarla uygunsuz bir şekilde ilgilenmeye başladığını gözlemlemiştir. Bazen ilişki analizan tarafından başlatılmıştır, örneğin ofisten hatıra olarak bir eşya alma isteğiyle aileyi arayan analizanlar olmuştur. Analistin eşi bir terapist olduğunda, eşin analizanın terapisini üstlenmeye gönüllü olduğu durumlar da yaşanmıştır. Bu ilişkiler genellikle karmaşık sorunlara yol açar.

Bir analistin ölümü meslektaşlarına aslında hiç karşılaşmak istemedikleri duygular yaşatır. Kendi kırılganlık, çaresizlik veya ölüm karşısındaki dehşet duygularımıza karşı kendimizi savunmak için, bu kayba mesafeli yaklaşabiliriz. Bu mesafe bireysel ya da kurumsal düzeyde gerçekleşebilir. Analistini kaybetmiş bir analizanın yasını tanımak, ona empatik ve kapsayıcı bir çerçeve sunabilmek bireysel ve kurumsal olarak derinlemesine bir çalışma yapmayı gerektirir.

Rendely (1999) analistin ölümünün psikanaliz kurumlarını rahatsız edici sorularla karşı karşıya bıraktığını söyler: “Bir analist öldükten sonra bir analizandan kim sorumludur? Yas tutan analizan nasıl desteklenebilir? Bu travmanın etkisini ne azaltacak? Gelecekte hastaları terk etmekten nasıl kaçınabiliriz?”.  Bunlar cevaplanması zor sorulardır.

Renderly (1999) analistin ölümünden sonraki sürecin bir başlangıç telefon konuşması, bir konsültasyon dönemi ve gerekirse ikinci bir analiz şeklinde düzenlenmesini önerir. Her hastanın analistinin ölümünü yoğun duyguları karşılayabilecek ve uygun şekilde ele alabilecek bir meslektaştan duyması gerektiğini belirtir. Bu kişi ölen analistin yakın bir arkadaşı olmamalıdır. İlk telefon görüşmesi bilgi vermek ve soruları cevaplamak şeklinde olmalıdır. “Analist ne zaman, nerede öldü? Nasıl oldu? Kaza mıydı? Bekleniyor muydu? Cenaze ne zaman?” gibi soruların cevaplanması gerekir. Bu aşamada hastanın ihtiyacı olan analitik ilişkinin doğasını anlayabilecek ve kaybına empatik bir yanıt verebilecek biriyle karşılaşmaktır. Hastaların ihtiyaçları farklı olabilir; iletişim tek telefon görüşmesiyle sınırlı kalabilir, hasta analistin bir meslektaşıyla bir görüşme yapmak isteyebilir, kısa süreli destekleyici görüşmeler olabilir ya da hasta ikinci bir analize başlamak için yardım isteyebilir. Renderly (2004) bir hasta yeniden analiz sürecine başlamaya karar verdiğinde ölen analistin üyesi olduğu psikanaliz derneğinin analist bulma konusunda kendisine yardımcı olması gerektiği görüşündedir. Hastanın pek çok analistle iletişime geçip, tekrar tekrar içinde bulunduğu durumu açıklamasının ve “Üzgünüm, zamanım yok” cevabını duymasının önüne geçilmesi gerektiğini söyler.

Ziman ve Tobin’e göre (1989) zaman sınırlı destekleyici görüşmeler hastanın yalnızlık ve terkedilmişlik duygularının ele alınmasında, yas sürecinin kolaylaşmasında yardımcı olur; geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kurulmasını sağlar. Bu görüşmelerde analist hastanın deneyimine tanıklık ederek ve paylaşarak, bu yalnız yas döneminin başlangıcında hastayı kapsar ve ona kendi öyküsünü anlatabileceği bir alan sunar.

Analistini kaybeden her hasta yeni bir analize başlamaz. Analistinin ölümünden sonra izlenen hastalarla yapılan çalışmalar çoğu hastanın yeni bir analiz arayışına girmediğini göstermektedir.  Bazı hastalar ayrılmak ve yas tutmak istemedikleri için başka bir analizden kaçınabilir, bazılarıysa analistin ölümüyle çok yaralanmış ve kızmış olabilir ve yeni bir ilişki kuramaz (Kaufman, 1998). Yeni bir analize başlandığında genellikle ölmüş analiste olan duygular yeni analiste aktarılır, hasta, yeni analistinin neden eskisi gibi olmadığını sorgulayabilir, derin bir keder içinde eski analizini arayabilir. Karşılaştırmaların sonu gelmez. Bu hazır aktarımın ve geçmiş analitik sürecin derinlemesine çalışılması gerekir.

Bu yazıyı hazırlarken analistin aniden ölümünü düşündüm, uzun ve yıpratıcı bir hastalık sonucunda yavaş yavaş ölümünü düşündüm, geçmişte kaybettiğimiz meslektaşlarımızı hatırladım. Analistini kaybetmiş bir hastanın neler yaşadığını hayal etmeye çalıştım. Tüm bunları evde kapalıyken, salgının gidişatı belirsizken, yakın ya da uzak çevremizden hastalık ve ölüm haberleri alırken aklımdan geçirdim. Bir süre sonra düşüncelerimin psikanaliz derneklerinin uygulamaları, kurumsal ve etik sorumluluklar gibi alanlara kaydığını fark ettim. Korona virüs salgını ilk başlarda bilinmezliği ve tekinsizliğiyle içimizdeki ilkel kaygıları harekete geçirmişti ve bu kaygıları kapsayacak çerçevelere ihtiyaç duyuyorduk. Güven verici devlet kurumları, liderler, salgını doğru biçimde yönetebilecek yapılar, sağlık sistemi gibi.  Analistin ölümü üzerine düşündükçe aklıma psikanalizin kurumsal yapılarının gelmesinin de benzer bir ilkel kaygıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Böylesine bir salgının ortasında analistin ölümü üzerine düşünmek kaçınılmaz olarak kendi ölümümü hatırlattı; tanıdığım, sevdiğim meslektaşlarımın da bir gün öleceği gerçeğiyle temas etmeme neden oldu. Psikanaliz kurumları ve işlevlerinin zihnimi bu kadar çok meşgul etmesi bu acı verici gerçekliğin içimde harekete geçirdiği ilkel kaygıyı kapsama çabasıydı sanıyorum.

Ölümü gerçekçi bir şekilde ele almak herkes gibi analistler için de zordur. Ancak bir analistin ölümünün hastaları için ifade ettiği anlamlar düşünüldüğünde onları korumak zorunda olduğumuz gerçeğiyle karşılaşırız. Her psikanaliz derneğinin ölümü yaşamın kaçınılmaz bir gerçeği olarak cesaretle düşünebilmesi ve bu karmaşık sorunları ele alması gerekir. Psikanaliz kurumlarının bu zor süreçlerle başa çıkmayı kolaylaştıracak bir yapı ve destek sağlaması, üzerine ölümün gölgesi düşmüş analist-analizan çiftine bir üçüncü işlevi sunabilir.

Yaşamımız boyunca bize ölümü hatırlatan pek çok şey olur. Bir an için ölümlü olduğumuz gerçeğiyle karşılaşır, sonra yine unuturuz. Tüm dünyayı uzun süre etkisine alan Korona virüs salgını sürerken ölümlü olduğumuz gerçeğini unutmak o kadar kolay olmadı. İçinde yaşadığımız dünyanın sandığımız kadar tanıdık olmadığını hissettik. Bir kırılma oldu, uçurumun kenarına gelip aşağı bakmak gibi…Bu karşılaşma kişisel olarak yaşama bakışımızı sorgulamamıza neden oldu. Psikanalitik kuram ve uygulamanın da içinden geçtiğimiz bu büyük salgından etkilenmiş olacağını düşünebilir miyiz? Acaba bu yaşadığımız süreç psikanalizde ölüm gerçeğine daha fazla alan açılmasına neden olur mu? Artık sağ kaldığımıza göre belki de tüm bunlar üzerine düşünme zamanıdır.

Özetle, Klein’ın ölüm korkusunun dayandığı deneyim, basit ve açık bir ölüm örneği değildir. Daha ziyade, düşlemde benlik yok edildiğinde ortaya çıkan, zihnin ölümüyle ilişkili bir dizi deneyime dayanır. Gördüğümüz gibi, bu ölüm deneyimleri deneyimlenebilir ve yine de Klein’ın kişinin içsel nesneleri arasında var olan karmaşık ilişkileri kavrama biçiminden dolayı deneyimleyenin yokluğuyla ilişkilendirilebilir (örneğin bir parça ölebilir ve diğeri deneyimleyebilir). onun ölümü). Üstelik bunlar, düşünce süreçlerimizle ilgili olarak erkenden öznel olarak hissedilebilir (örneğin, ‘kendini kaybetme’ anlarında). Bazı noktalarda, bu ölüm deneyimleri, Freud’un doğumdaki çaresiz ve aşırı uyarılmış zihin durumuyla ilgili tanımladığı şeye yakın görünüyor. Son olarak, Klein kendilik ve nesneler arasında böylesine yakın, içsel bir ilişki olduğunu varsaydığı için, yıkım düşlemi içeride yok edilmiş ve dolayısıyla orada olmayan bir nesne deneyimiyle sonuçlanır ve yıkımın yansıtılması içeride yıkıcı bir nesne deneyimiyle sonuçlanır. Her iki durumda da benliğin parçalarının tamamen yok edilmesi ve kaybolması an meselesidir.

Kaynakça

Galatzer-Levy R., M. (2004). The Death of the Analyst: Patients Whose Previous Analyst Died While They Were in Treatment. J Am Psychoanal Assoc., 52: 999-1022

Lord, R., Ritvo, S. and Solnit, A.J. (1978). Patients’ Reactions to the Death of the Psychoanalyst. Int. J. Psycho-Anal., 59:189-197

Rosenbaum, B. (1984). The Death of a Psychoanalyst. Scand. Psychoanal. Rev., 7(1):49-69

Razinsky, L., (2013). Freud, Psychoanalysis and Death içinde, Cambridge University Press, UK

Rendely, J., (1999) The Death of an Analyst, Contemporary Psychoanalysis, 35:1, 131-152

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir