Korona Günlerinde Psikanaliz – Bedensiz İletişim

( Güncel Çalışma Grubunun 20.6.2021 tarihinde çevrimiçi olarak düzenlenen Güncel

Üzerine Psikanalitik Notlar-1: Salgının Gölgesinde Yaşamak Sempozyumunda sunulmuştur)

Pandemiyle birlikte, kurgu filmleri andıran yeni bir yaşamın içinde bulduk kendimizi. Bedenlerimiz hem tehlikenin hedefi hem de virüsün taşıyıcısı olarak tehlikeli hale geldi. Yakınlıkların tehlikeli, mesafeli ilişkilerin güvenli varsayıldığı bir dünyada evlerimize kapandık, yalnızlaştık. Sevdiklerimizden hem kendimizi hem onları korumak adına uzak durmaya çalıştık. Teknoloji yaşamımızın merkezine yerleşti. İnternet dış dünyayla temasımızı sağlayan çok önemli bir ihtiyaç ve iletişim aracı haline dönüştü.

Elbette sadece günlük hayatımız değil, psikanalitik uygulamalar da bu değişimden nasibini aldılar. Henüz virüsün bulaştırıcılığı ve nasıl korunacağımıza dair bilgimiz olmadığı ilk zamanlarda, kendimizi çok hızlı bir şekilde online çalışmaların içinde bulduk. . Şimdi ise, pandemiyle haşır neşir olduğumuz bir yılı aşkın bir süreyi geride bırakırken, bu sürecin kısa süreli, geçici bir durum olmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu gerçekliği kabul edip, hem özel hem toplumsal hem de mesleki yaşamımızda yeni uyum yolları keşfetmekten başka seçeneğimiz yok gibi görünüyor.

Yeni uyum yollarının keşfedilmesi, öncelikle olup bitenleri gözlemleyebilme ve değerlendirebilmeyi gerektirir. İşte bu ihtiyaç, beni bu konuşmayı hazırlamaya yönelten sebeplerden biridir.

Konunun çok boyutluluğu ve zamanın sınırlılığı nedeniyle, kendimi, elektronik ortamda çalışmanın yol açtığı önemli kayıplardan biri olan analitik ortamın fiziksel bileşeni üzerine odaklanmakla sınırlayacağım. Bedensel etkileşim eksikliğinin etkileri ve ruhsal anlamlarını ağırlıklı olarak Winnicott’ın kuramının ışığı altında ele almaya çalışacağım.

Elektronik Ortamda Çalışmakla Tanışma

Türkiye’de ilk vakaların açıklanmasından kısa bir süre sonra, hızlı bir şekilde meslektaşlarımın online çalışmaya geçtiğini duymaya başlamıştım. Ben ise henüz gerçeği tam algılayamamış gibiydim. Şaşkındım. Hastalarımdan bu konuda endişe mırıltıları gelmeye başlamıştı. Kendi içimdeki endişenin sesi henüz kısıktı ama arka arkaya birkaç gün öksüren, burnunu silen, hapşıran hastalarım birden beni uyandırdılar. Virüs artık sadece Çin’de, ya da TV da izlediğimiz bir haberden ibaret değildi. Çok yakındaydı, hatta kapının önünde olabilirdi. Bu görünmez tehlike,  hayaletler veya ruh emiciler, bedenlerimiz aracılığıyla içeri girebilirlerdi. Her yerde olduğu gibi bedenlerimizin tehlikenin taşıyıcısı olma olasılığı, seans odalarını ve dolayısıyla yakınlığı güvensiz hale getirmişti. Hem kendimi hem hastalarımı korumam gerektiğini düşünmeye başladım. Fiziksel etkileşimin olmadığı bir yöntemle tedavileri sürdürmemiz gerekiyordu. Şimdilik tek yol, telefon ve her türlü elektronik iletişimdi.

Virüs o kadar hızla yayılıyordu ki, çok fazla düşünmeye ve bunu çalışmaya vaktim yokmuş gibi hissetmiştim. Ya bu işi yapmaya ara verecektim, ki bu mümkün değildi, ya da hiç yoktan iyidir bakışıyla devam edecektim.

Bu kararı verdiğim günün ertesinde maske ve dezenfektanla hastalarımı karşılamaya başladım. Bu durum bir tür şaşkınlık ve endişe yarattığı gibi , aynı zamanda bir rahatlama da getirmişti ( arka arkaya 2 tane hem— hem de kalıbı olmasın diye değiştirdim)…Ben endişelendiğim için endişelenmişler ama hem onları hem de kendimi korumaya çalıştığım için de rahatlamışlardı. Bazıları benden önce davranmış ve online çalışmak istediklerini, korktuklarını bildirmişlerdi. Bir hafta içinde hastalarımla durumu konuşarak online çalışmaya başladık.

Online çalışmaya başlamadan önce, ilk düşündüğüm şey analitik ortamı ve çerçeveyi elektronik ortamda nasıl kurabileceğimle ilgiliydi. Hepinizin bildiği gibi, sağlam ve esnek bir çerçeve analitik ortamın olmazsa olmaz koşullarından biridir. Çerçevenin önemli işlevlerinden biri tanesi de taşıyıcılık işlevidir. Bu işlev Winnicott’ın kucaklayıcı, Bion’un ise kapsama kavramlarıyla ilintilidir. Burada bir parantez açarak konuşmamda yer yer değineceğim, Kucaklayıcı işlev veya kucaklayıcı çevre ile ne kastettiğimi açıklamak istiyorum.

Winnicott (1945), analitik durum ve analitik sürecin belirli yönlerini tanımlamak amacıyla bu metaforu kullanır. Kökenini anne bebek ilişkisindeki kucaklayıcı annesel işlevden alır. Analitik çalışmadaki izdüşümü, tıpkı anne ile ilk ilişkide olduğu gibi, hastaya yerleşebileceği ruhsal ve fiziksel bir alan açmaktır. Ruhsal olan analistin zihinsel işleyişi ve tutumuyla ilintilidir. Fiziksel olan ise, analistin bedeni, ofisi, odası, odasının düzeni, eşyalar -koltuk, divan ve çerçevenin diğer somut bileşenleri tarafından oluşturulur. Bu fiziksel ortam, kuramsal bilgi ile birlikte, analiste de işini özgürce yapabileceği bir alan yaratır.

Elektronik ortamda çalışma, maalesef, kucaklayıcı çevrenin bu çok önemli bileşeninin değişmesine yol açacaktı. Analist ve hastanın birlikte var oldukları oda olmayacaktı. Analitik odanın hazırlanması ve korunması konusunda hastalarım da sorumluluk almak zorundaydılar. Çalışma mekânımız evlerimiz olacaktı. Evlerimizden, bir ekran ya da bir telefon aracılığıyla, biz hastalarımızın, hastalarımız bizim alanımıza

gireceklerdi. Sınırları netleştirmek nasıl mümkün olacaktı? Ve bu kim bilir nasıl aktarım meselelerine yol açacaktı? Kendimize, analitik çalışmayı güvenle yapabileceğimiz alanlar oluşturabilecek miydik?

Fiziksel olarak aynı odayı paylaşmanın bir diğer boyutu da , tüm duyularımızla etkileşime girebilmemize ve analizan ile aramızdaki temasın çok boyutlu bir deneyim olarak yaşanmasına olanak tanımasıydı. Russel(2020) kişilerarası etkileşimde, etkileşimin 65%’nin sözel olmadığını belirtir. Elektronik ortamda, ekran kullanılması durumunda, sadece iki duyu organımız aktif olarak devrede olacaktı. Böylece, analitik ilişki, kaçınılmaz olarak, görsel ve işitsel algının hakimiyeti altına girecekti. Analist ve analizan arasındaki bedensel etkileşimin sonucu ortaya çıkan duyumlar ve duygulanımlar, online çalışmada nasıl yer alacaklardı? Başka bir deyişle, biriyle aynı odada varolmanın, öpme ve tekme atma mesafesinde olabilmenin (Russel, 2020) canlılığı bu ortamda nasıl sağlanacaktı? Bedensiz, içi olmayan bir analist, derin regresyon seviyesindeki hastaları nasıl taşıyacaktı?

Zihnimde bu tür bin bir soruyla çalışmaya başlamıştım. Geçiş süreci o kadar hızlı olmuştu ki, hatta geçiş süreci olmadı bile diyebiliriz. Daha ilk gün, ofisteki odamın sadece hastalara değil bana da nasıl kucaklayıcı bir çevre yarattığını, deneyimlemiş oldum. Kendime, evde izole sessiz ve rahat bir ortam hazırlamaya çalışmıştım. Çalışma odam bunun için çok uygundu. Ancak, daha ilk gün bu odada internet bağlantısının yetersiz olduğunu fark ettim. Ve mecburen, modeme en yakın yere, salona yerleştim. Salon izole ve sessizdi, internet güçlüydü. Ama, fazla genişti ve eşyalar dikkatimi dağıtıyordu. Ofisteki odam gibi bir oda arıyordum. Kaybettiğim odamı…Küçük ve sadece çalışmak için gerekli eşyaları barındıran…Neyse ki internet sorunu kısa sürede halloldu ve çalışma odama yerleşebildim.

Telefonla yapılan analitik çalışmalarda, sadece seans başı ve sonunda hastalarımızla birbirimizi görüyorduk. Arada bağlantı kopuklukları dışında başlangıçta ciddi bir sorun yok gibi görünüyordu. Ekran aracılığıyla, yüz yüze çalışmalarda ise hastalarla hem aramızdaki mesafe değişmişti hem de iki boyutlu bir alana sıkışmış gibiydik.

Bedenlerimizin tümünü göremiyorduk, görüş alanımız sadece yüzlerimizle sınırlıydı ve doğal iletişimde olamayacak yakınlıkta idik. Bu fazla yakınlık hem hastalar hem de analist için özel kişisel alanın daralmasına ve hatta ihlal edici olarak yaşanmasına yol açabilirdi. Kişisel alanların daralması özgürce düşünme, serbest çağrışım ve değerlendirme süreçlerini nasıl etkileyecekti?

İlk aylarda, hem hastalarım hem de ben, görece kontrol edebildiğimiz kendi evlerimizde, bedenlerimizin birbirine zarar verme endişesinden muaf bir ortamda bir balayı dönemi geçirdik. İnternet bağlantılarındaki kesintiler, bir görünüp bir yok olan, bazen bulanıklaşan görüntüler ya da sessiz kalmak mı, yoksa bağlantı kesintisi mi bir türlü kestirilemeyen boşluklar, önceleri o kadar dert edilmedi. Bu sürecin çok uzamayacağı beklentisi, tahammülü kolaylaştırıyordu. Dışarıda havada bir ölüm kokusu vardı ve biz sanki sığınaklarda, analitik sürecimizi sürdürmeye ve bir anlamda analitik çalışmayı yaşatmaya çalışıyorduk.

Ancak bu balayı dönemi çok uzun sürmedi. Çalışma biçimindeki bu köklü değişime her hastam, kendi ruhsal yapılanmasıyla ilintili farklı tepkiler vermeye başlamışlardı. Bu tepkilerin şiddeti hem kişilik örgütlenmelerine hem de benle olan geçmiş çalışmalarının süresine ve kalitesine göre değişiklik gösteriyordu.

Tepki gösterilen en görünür mesele, analitik mekân meselesiydi. Ortak fiziksel mekân yerine, ayrı ayrı iki mekândan iletişim kurmak ciddi zorluklara yol açıyordu. Fiziksel olarak, ses ve görüntü dışında bir etkileşimimiz yoktu. İki ayrı mekân meselesi hastalara daha önce olmayan ek bir sorumluluk yüklemişti. Bazı kişiler bu duruma uyum sağlamada çok zorlanmasa da, bazı kişiler onlara yüklenen bu sorumluluğu taşımakta zorlanmaya başlamışlardı. Özellikle, bu sürecin hiç de kısa süreli olmadığı anlaşılmaya başlandığında önce mırıltılar, daha sonra homurdanmalar ve ardından da bazen söz, bazen eylemler aracılığıyla tepkiler vermeye başladılar. Giderek mekanları korumanın ve sürekliliğini sağlamanın zorlaştığını anlıyordum. Bazen bir yatak odasından, bazen bir arabadan aramaya başlamaları hayra alamet değildi. Benzer şekilde, analitik mekâna dönüştürülmeye çalışılan oda, bazen bir evcil hayvan, bazen bir kapı zili, bazen bir çocuk, ya da bir eş tarafından delinebiliyor, bütünlüğü bozulabiliyordu. Ekrandan, sahneye konanları izlemeye anlamaya çalışıyordum.

Kimisi bana nasıl yersiz, ortada, boşlukta kaldıklarını, kimisi nasıl sınırlarının ihlal edildiğini ve elbette bunun sebebinin elektronik ortamdaki çalışma olduğunu evdeki oyuncular aracılığıyla sahneliyor gibiydiler. Sahne hem dış gerçeklikle hem de hikayelerinden getirdikleri malzemelerle bezeniyordu. Çerçeve kırılgan hale gelmişti, delikler söz konusuydu. Bazı kişiler için bedensiz, görüntü ve sesten ibaret, belki de iki boyutlu, içi olmayan bir analistle ilişkiyi sürdürmek çok zorlaşmıştı.

Görece daha kolay uyum sağlayanlar, uzun süredir çalıştığımız kişilerdi. Tüm bu yoksunluk ve kayıplara rağmen, analitik işlevlerimi iç dünyalarında belli ölçülerde içselleştirebilmiş oldukları için zorlansalar da bu duruma uyum sağlayabildiler.

Özellikle, telefonla yapılan analizlerde, fiziksel yokluğuma rağmen, sesimin defalarca duyulması, telefonla iletişiminin bir geçiş alanı olarak işlev görmesine imkan vermişti, benim/analistin yeni bir ruhsal temsilini geliştirmeye başlamışlardı.

Ancak, yakın zamanda başladığım ve/veya bağımlı bir aktarım içinde olan birkaç hastamla durum pek de kolay olmadı. Özellikle en erken nesne ilişkilerinde ciddi zorlukları olmuş olan bazı kişilerde, eylemlerin yanı sıra, ciddi endişeler ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu endişeler, boşluk duygusu, ortada kalma, yok olma korkuları gibi, Winnicot(1974)’ın ilkel ıstıraplar başlığı altında ele aldığı endişelere benziyordu. Dağılma belirtileri gösterenler vardı. Bu hızlı geçiş, nerdeyse kucaktan düşmüşlük hissi yaratmış, öykülerindeki en derin korku ve endişeleri canlandırmıştı. Tıpkı bir zamanlar, çocukluk hikayelerinde olduğu gibi, kendilerini sınırsız bir boşlukta, kör kuyularda hissediyorlardı. Konuşmamın bundan sonraki bölümünde bu ciddi zorlanmalar ve fiziksel olarak aynı mekânda olamama arasındaki ilinti üzerine düşündüklerimi tartışmaya açmaya çalışacağım.

Tartışma

Online çalışmada en fazla zorlandığını düşündüğüm hasta grubunun ortak gelişimsel ve aktarımsal bazı temel özellikleri vardı. Hikayelerindeki ortak özelliklerden en önemlisi en erken nesne ilişkilerinde, özellikle anneyle ilk ilişkide ciddi zorlukları olmasıydı. İhmal edilmiş, duyulmamış görülmemiş ve hatta varlıkları fark edilmemiş gibi hissediyorlardı. Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra hızlıca bağımlı aktarım geliştirme yönünde gerilemeleri de bir diğer ortak özellikleriydi. Winnicott(1954) iki tür gerilemeden bahseder. Bir tanesi zorlanma durumlarında, görece daha doyumlu bir evreye dönmek, ki bu bir tür dinlenmektir. Diğeri ise, gelişime devam edebilmek  için sorunlu evreye geri dönmektir. Burada üzerinde duracağım ikinci gerileme türüdür.

Winnicott(1954), bir bebeğin gelişime- büyümeye eğilim şeklinde evrimsel biyolojik yapıdan köken alan bir potansiyelle doğduğunu düşünür. Ruhsal sağlık kavramını da bireyin yaşına uygun ruhsal gelişim sürecini sürdürüp sürdürememesiyle ilintili olarak tarif eder. Gelişim kuramını, bu zeminde, bütünleşmemiş ilkel yapının giderek bütünleşmeye doğru nasıl yol aldığı üzerinde temellendirir. Kişinin yaşamı boyunca, kendiliğinin dışında kalan parçaları kendiliğine katmakla uğraştığından ve bütünleşmiş ve bütünleşmemiş durumlar arasında gidip gelebilme kapasitesinden söz eder. Bu kapasite sayesinde analitik çalışmada bütünleşmemiş öğelerin kendiliğe katılması beklenir. Ancak, böyle bir kapasiteye ulaşılması, en erken nesne ilişkilerinde yeterince iyi bir çevrenin/annenin varlığıyla mümkündür, der.

Anneyle ilk temasta, ciddi zorlukları olan kişiler için bu gidiş geliş pek kolay değildir. Gerileme hem bir gereklilik gibi yaşanır hem de ciddi endişe uyandırabilir. Endişe uyandırmasına rağmen, neden bazı kişilerin zorlandıkları bu en ilkel döneme gerileme ihtiyacını Winnicott (1954) şöyle açıklar: “Gerçek kendiliklerini korumak için sahte bir kendilik geliştirmiş bazı kişilerin, gelişimlerine devam edebilmek için gerileyip kaldıkları yerden devam etme ihtiyaçları vardır. Bu kişiler, bir zamanlar çevreyle ilişkide oluşmuş bu başarısızlık durumunu dondururlar. Uygun koşullar oluştuğunda, dondurulmuş olan, gelişime devam edebilmek için çözülür ve yeniden deneyimlenir.” Görüldüğü gibi buradaki gerileme, iyileşme amaçlı bir gerilemedir ve umut içerir. Bu geç de olsa, çevreyle, bugünkü koşullarda yeterince iyi karşılıklı uyumu yakalayabilme umududur. Başka bir deyişle, bağımlılığa gerilemenin amacı bağımsızlaşma çabasıdır.

Analitik çalışmanın güven verici niteliği, bu kişiler için, yukarda sözünü ettiğim uygun koşulları oluşturarak, erken veya en erken nesne ilişkilerine yönelik gerilemeyi kolaylaştırıcı bir etki yaratabilir. Bu da çalışma başladıktan belli bir süre sonra, ya da başlangıçta hızlı bir şekilde analistleriyle bağımlı bir aktarım geliştirilmelerine yol açar. Bu aktarım sayesinde, daha önce deneyimlenmemiş acı veren yaşantılarıyla analist eşliğinde temas etme şansı bulurlar. Birincil narsisistik ihtiyaçlar, analist ile bir olma ve ayrışma meseleleri ve bunlara eşlik eden yoksunluklar su yüzüne çıkar. Bu aşamada, sadece ruhsal değil, fiziksel düzeyde de kucaklayıcılığa ihtiyaç ön plandadır. Analist ile, sözel iletişimden daha çok bedensel bir etkileşim ağırlık kazanır. Divan, yastıklar ve oda, analistin beden parçalarının (memeler, kollar, eller vs…) temsilleri olarak çok önemli hale gelirler Winnicot (1954). Hatta bazan, uç durumlarda, divan- oda temsilden çok analistin kendisiymiş gibi olur. Seans sonları, hafta sonları, yaz tatilleri gibi değişiklikler, tahammülü zor deneyimler haline gelir.

Bu süreçte, analistin görevi, mutlak bağımlılık durumunda yaşanacak kaçınılmaz yetersizliklerin analizde deneyimlenmesi ve anlaşılmasına aracılık etmektir.

Ogden(2014) analistin işini şöyle tarif eder: “ Analist, hem hasta ile arasındaki bağımlı aktarım bağının kaçınılmaz olarak kopmasına ve hastasının hayal kırıklığına uğramasına izin vermeli, hem de güncel çöküş̧ deneyimini hasta ile birlikte yaşayarak, onun çöküş̧ deneyimini anlamasını sağlayarak, hastayı hayal kırıklığına uğratmamalıdır” der. Bu iki yönlü deneyim hastanın giderek kaldığı yerden bir kendilik ve nesne algısı oluşturma yolunda ilerlemesine olanak sağlar.

Bu tariften de anlaşılacağı üzere, aktarımın bu en ilkel aşamasında, analistin işi oldukça zordur. Analistin işini kavrayabilmek için Winnicott’ın (1956) “Birincil annelik tasasında” bahsettiği annelik dinamiklerini hatırlamak gerekir. Kişiliğin özünün bu kadar yakınlarında dolanırken, müdahale veya tehdit gibi algılanacak yaklaşımlardan kaçınarak, çekirdeğin gelişebilmesi için uygun kucaklayıcı bir alan açmak esastır.

Bazen söze-yoruma yer yoktur. Hatta bazı uç durumlarda, yorum, ötekinin varlığına işaret edebileceği için bir tür taciz-ihlal olarak da algılanabilir, bir olma ihtiyacını bozan bir uyaran haline gelebilir. Ogden(1995), bu tür aktarımlarda, seanslardaki sessizlikler arasındaki farkları dinlemenin ve aktarımda canlılığı duyumsamanın öneminden bahseder. Bazen en etkili yardım, anne-analistin bedeninin bir temsili olarak, analitik bir odanın varlığı ve aynı oda içinde analist ile VAROLUŞU paylaşmak ve hastanın ötekinin varlığına hazırlanmasını beklemektir.

Şimdi, elektronik ortamda olan çalışmalara geri dönelim. Bu bakış açışıyla, paldır küldür odadan ayrılmak zorunda kalmanın, pandemi öncesinde böylesine hassas bir aktarım süreci içinde olan kişiler için, nasıl sarsıcı bir deneyim olarak yaşanabileceğinin anlaşılır hale geldiğini düşünüyorum. Tıpkı, anneyle en erken ilişkide deneyimlenen tüm güçlü yanılsamanın birdenbire bozulması gibi. Bu yanılsamanın birdenbire bozulması yetmiyormuş gibi, doğası gereği bu gerilemeyi taşımakta yetersiz olan bir alana da taşınmak zorunda kalmıştık. Ve bu yeni yerde ne kadar ikamet edebileceğimiz belli değildi.

İki boyutlu bir ekran ile, hastalarımın ifadesiyle içi olmayan bir düzlem aracılığıyla, ihtiyaçları olan kucaklayıcı ortamı sunmam yeterince mümkün olamıyordu. Aynı odayı paylaşırken, divanımda ya da koltukta, tam da sanki ben onların bir parçasıymış gibi hissettikleri bir zamanda çok hızlı bir şekilde benden ayrışmak zorunda kalmışlardı. Bir beden parçasının kopması ya da boşlukta kalmak gibi fiziksel acıya denk düşen bir deneyimin içinde kalmışlardı. Bedensel şikayetlerin artışı da bunun ifadesi olabilirdi. Kimilerinde yıkıcı duygular devreye girmiş, beni içsel olarak yok ederek tamamıyla “ıssızlık” içinde kalmışlardı. Ayrıca, böylesine bebeksi bir gerileme içinde olan kişilerden, kendilerine analitik bir ortam oluşturmalarını beklemiştim. Bu ne kadar gerçekçiydi ve böylesi bir beklenti, zihinlerinde nasıl anlamlara gebeydi? Ya sahte kendiliklerini hiçbir şey olmamış gibi, beni /analisti rahatlatma amacıyla sürdürecekler, ya manik savunma gibi psikotik savunmalara tutunacaklar, ya da en erken bebekliklerinde olduğu gibi yok olma endişeleriyle dehşete düşeceklerdi.

Bu seçeneklerin hepsiyle değişik düzeylerde karşılaştım, ilk yaptığım şey, çok zorlanan birkaç hastamı, ekranla da olsa yüz yüze görmeye çalışmak oldu. İkincisi ise, havaların ısınması ve pandeminin az buçuk hafiflemesiyle birlikte, ayda bir de olsa onlarla ofiste görüşmeye başladım. Bu kararımın arkasındaki motivasyon, bir analist olarak hayatta kaldığım ve ofisimin de yaşamaya devam ettiği gerçeğini hastalarımın algılamasına yardımcı olmaktı. Bu yaklaşımımın yavaş yavaş aramızdaki dengeyi yeniden kurmamıza yardımcı olduğunu düşünüyorum. Winnicot(1945), bebeğin, sürekli içsel bir kendilik oluşturabilmesinin, annenin bebeğin yıkıcı düşlemleri  karşısında hayatta kalabilmesiyle mümkün olabileceğini söyler. Analistin her şeye rağmen hayatta kalabilmesi, başka bir deyişle analitik işlevlerini sürdürebilmesi hasta için hayati bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda, hastalarımın, ofisi ve beni 3 boyutlu olarak görmeleri, somut düzeyde de olsa hayatta kaldığımızın bir kanıtı olarak hem yok olma endişelerini hem de zarar verme endişelerini bir ölçüde yatıştırarak analitik sürecin ilerlemesine katkıda bulunmuş olabileceğini varsayıyorum.

Süreç ilerledikçe, söz konusu hastalarımda, özellikle gözlerimin, bakışlarımın ve sesimin çok önemli hale geldiğini fark etmeye başladım. Bedenin- odanın yokluğunda, gözler sanki önemli bir işlev üstlenmeye çalışıyor gibiydi. Tıpkı bir zamanlar, bebeğin annenin gözlerinde kendini araması gibi. Bilindiği üzere, en erken gelişim dönemlerinde, annenin aynalama işlevi kucaklayıcı çevre olarak önemli rol oynar. Bebek canlı hissedebilmek için anne tarafından görülmeye ihtiyaç duyar (Abram, 1996). Ancak anne-bebek arasındaki bu süreç sadece görsel bir alışverişin sonucu değildir. Duyusal algıların tümünü içeren ruhsal ve bedensel bir etkileşimin sonucudur. Bebek, görülür- görür, duyulur-duyar, koklanır-koklar, hissedilir-hisseder ve elbette hareket eder. Bu ilişki zamanla, ötekinin ve kendisinin, varlığıyla bir yer işgal ettiği algısını geliştirmesine yol açar.

Son Söz

Analitik çalışmanın bir yönünün, analistin varlığı veya yokluğuna bağlı bir tür simgeleştirme sürecinin harekete geçmesiyle ilintili olduğunu düşünürsek, analistin varlığının oldukça önemli olacağı aşikardır. (Green, 1975). Winnicott, “başkasının yokluğu ancak varlığı söz konusu olduğunda geçerlidir”, der. Bu da bir ölçüde de olsa  ben ben-olmayan ayrımının gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.

Bu bağlamda, online çalışmanın, analitik işlevlerimi odadaki çalışma süresince içselleştirebilmiş hastalarımla görece daha kolay olması anlaşılır hale gelmektedir. Ben ve ben-olmayan ayrımını daha kolay yapabilen hastalarım, fiziksel olarak aynı ortamı paylaşmasak da beni içlerinde bir analist olarak taşıyabilmişlerdi.

Elektronik ortamda zorlandığım hastalar için ise durum farklıydı. Bu kişiler bulundukları gerileme seviyesi nedeniyle ben ben-olmayan ayrımında ciddi şekilde zorlanan kişilerdi. Ve analitik çalışmada beni ayrı bir nesne olarak içselleştirecek düzeyde bir çalışma yapamamıştık. Bu kişiler için, analist ile aynı fiziksel ortamı paylaşmak, tıpkı bebekliğin en erken dönemlerinde annenin fiziksel varlığına ihtiyaç duymak kadar önemlidir. Jan Abram, ( zoom çalışması, Zürih, 2020 haziran) online çalışmaların, analisti hayatta kalamayan konumuna getirdiğini veya getirebileceğini düşünür. Bu anlamda, öznelliğin yapılandırılma süreci olarak ayrışma, iki bedenin fiziksel varlığı olmadan nasıl gerçekleşecek diye bir soru sorar.

Bana çok önemli gelen bu sorunun yanıtını verebilmek belki şimdi mümkün değil, ya da bilgim ve deneyimim henüz yeterli değil. Bakış, ses ve dinlemenin özel bir önem kazandığını gözlemlesem de, şimdilik erken deneyimlerin simgeleştirilmesi ve bütünleşmesi için bunların yeterli olacağına dair şüphelerimi korumaktayım. Bu soruya bir soru daha ekleyerek düşünmeye devam etmek istiyorum.

“Fiziksel olarak aynı ortamda olmamaya rağmen, gözler ve belki ses yeterince kucaklayıcı bir işlev görebilecekler mi, ya da bakışlar varlığın teyidi olabilecekler mi?” Bekleyip göreceğiz…

Bu gerçeğe uyum sağladıkça, kayıplarımızla vedalaştıkça ve düşünmeye devam ettikçe, Freud’dan alıntıladığım cümlede görebileceğiniz gibi, analitik alanımızı giderek daha sağlam bir zeminde inşa etmenin yollarını keşfedeceğimize inanıyorum. “Yas sona erdiğinde, medeniyetin kırılganlığını keşfetmemizin, zenginlikleri hakkındaki fikrimizi değiştirmediği görülecektir. Savaşın yok ettiği her şeyi yeniden belki de eskisinden daha sağlam bir zeminde ve daha kalıcı olarak inşa edeceğiz.” (Freud, 1916)

Ancak, şimdilik teknolojik yöntemlerle, başkalarıyla temasımızı sürdürmeye, işimizi yapmaya devam etsek de, yaptıklarımız bir ölçüde yeterli olsa da, Jonathan Sclar (2020), ‘ın dediği gibi, “insanoğlunun tıpkı nefes almak gibi fiziksel temasa ihtiyacı olduğunu” unutmamalıyız.

Beni dinlediğiniz için teşekkürler…

Kaynakça

Abram, J. (1996). The Language of Winnicott: A Dictionary of Winnicott’s Use of Words, 160: 1-450.

Freud, S. (1916). On Transience. In J. Strachey (Ed.), The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vol. XXIII. London: Hogart Press. Sebald W. G. (2001). On the Natural History of Destruction. A. Bell (trans.). New York: Random, 2004.

Green, A (1975). The analyst, symbolization and absence in the analytic setting (on changes in analytic practice and analytic experience) in memory of D. W. Winnicott. Int J Psychoanal 56:1-22.

Ogden, T.H (1995) Analysing Forms Of Aliveness And Deadness Of The Transference- Countertransference, Int. J. Psychoanal., (76):695-709

Ogden, T.H. (2014). Fear of Breakdown and the Unlived Life. Int. J. Psycho-Anal., 95(2):205-223

RUSSELL, G.I .(2020): Remote Working During The Pandemic: A Q&A With Gillian Isaacs Russell Questions from the Editor and Editorial Board of the BJP British Journal of Psychotherapy 36, 3 (2020) 364–374

Winnicott D.W. (1945). Primitive emotional development. International Journal of Psycho-Analysis, 1945;26:137-143.

Winnicott D.W. (1954). Metapsychological and clinical aspect of regression within the psychological set-up. In: Reading Winnicott (New Library of Psychoanalysis Teaching Series) by Lesley Caldwell and Angela Joys, Routledge, 2011.

Winnicott D.W. (1956). “Primary Maternal Preoccupation”, Collected Papers: Through Paediatrics to Psychoanalysis, Tavistock Publications, London.

Winnicot D.W. (1974). Fear of Breakdown. International Review of Psycho-Analysis, 1:103-107.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir